Bazen bir çay ile başlar yalnızlık.
Bir bardak,bir duman,bir de içini ısıtmak yerine daha da soğutan sessizlik…
Harman olmuş bir çayın demine karışır insan,tıpkı sevgilinin yokluğu gibi.
Tez canlı bir yaz yağmuru gibi bırakıp gittin bütün hasretlerini.
Sonra ne oldu?
İçimde çaresizliğe nikâhlı depremler, gözlerimde gelmeyecek bahara dökülen yangın damlaları…
Yürekteki boşluk,başlı başına bir muamma.
Ne kadar doldurmaya çalışsan da, eksilen hep sen oluyorsun.
Ben Türkülere sığındım.
Kelimelerim kendi sessizliğiyle sarmaş dolaş olurken,her cümlede biraz daha kamburlaştım.
Günahlarımın bedeli, sırtıma zorla belenmiş isyanlar gibi duruyor şimdi.
Sonra,fark ettim ki…
Ben ne kadar çok sende unutmuşum kendimi.
Aslında,bir o kadar da avutmuşum kendimi.
Çayım tükendi.
Biraz biraz umutlarım da.
Beyaza doğru düşüyor tüm yönlerim.
Bir ahşap masanın üstüne çentik atar gibi sayıyorum zamanın geçtiğini.
Hücrede yattığım günler geliyor, aklıma.
Kaç tomurcuk çalabilirim bahara küskün bir ağacın koynundan?
Kaç şafak daha sayarım,kervanların terk ettiği o yorgun yol ayrımında?
Oysa ne kadar da masumdu hayallerim…
Sahte kasırgalara emanet ettiğim umutlarım,şimdi rüzgârın bile uğramadığı sokaklarda savruluyor.
Vurulmuşum,on iki Eylül'ün sancılı sabahında.
Dile gelemiyor, yüreğime hapsettiğim sana dair hikâyelerim.
Bedenim ıslak, tenimde toprağa yatkın yaralar var.
Artık aydınlık vermiyor,düşler sokağında unutulmuş aynalar.
Belki de her insan, bir gün kendi aynasında kaybolur.
Kendini tanıyamadığı bir bakışta,bir çayın demi kadar kısalır ömrü.
Ama ne olursa olsun,yine de bir yerlerde bir Türkü başlar…
Adını anmasa da seni hatırlatır.
Çünkü bazı aynalar, kırıldığında bile içimizde bir yüzü saklamaya devam eder.