Gözü Yüksekte Olanlar ve Partide Sıralama Meselesi!

Zaman zaman olur ya hani, bir yere bakarsınız ve dersiniz ki: “Bu adamın gözü yukarılarda!” İşte tam da böyle bir durum var karşımızda.

Abone Ol

AK Parti Zonguldak İl Başkanı Sayın Mustafa Çağlayan için konuşuyorum. Ne yalan söyleyeyim, gözlemime dayanarak söylüyorum, bu milletin vekilliği ona yakışır.

Öyle torpille falan değil; zeminden gelen bir adam. Sahadan, çamurdan, tozdan, mücadeleyle yürümüş. Şehrin nabzını tutuyor, enerjisi dışarı taşıyor, halkla iletişimi var. Temsil kabiliyeti mi? Var. Fiziksel duruş? Var. Göğüs gerdiği konu sayısı mı? Bir dolu. Yani yer yer sabır taşı, yer yer siyaset makinisti.

Ama esas mevzu başka: Genel seçim.

Bakın bu cümleyi iyi okuyun çünkü sonra “haberimiz yoktu” demeyin: Erken seçim kaçınılmaz! Çünkü Cumhurbaşkanımızın tekrar aday olması için bazı anayasal pürüzler var. Yani bu işler çözülmeden seçime gitmek kolay değil. Bu nedenle önümüzdeki sürecin, sandıkla çok da uzak olmayacağı kanaatindeyim.

Gelelim dengelere.

AK Parti Genel Merkezi’ne atanan Ahmet Çolakoğlu'nun durumu epeyce konuşuluyor. Şimdiye kadar bölgede önemli bir güç olarak görüldü. Ama açık konuşmak gerekirse, kafalarda bir “acaba” var. Çünkü geçmişte benzer şekilde genel merkeze alınan, sonra bir daha vekillik yüzü göremeyen pek çok örnek var: Ayşe Sula Köseoğlu, Abdurrahim Boynukalın, Hayati Yazıcı, Efkan Ala… Liste uzun.

Demem o ki, Ahmet Bey için işler “çantada keklik” değil. Partide genel merkeze çekilen her isim yeniden sahaya sürülmüyor. Bu da siyasetimizin ince mizahıdır aslında: "Terfi" gibi gözüken atamalar, bazen vedanın ön perdesidir.

Bu şartlar altında kendi sıralamamı da yapayım:

Mustafa Çağlayan: Doğrudan halkla teması, mücadele geçmişi, yerelden gelen gücüyle ilk sırayı hak ediyor. Hem kendine hem topluma yatırım yapmış.

Ahmet Çolakoğlu: Tecrübeli, dengeleri bilen biri ama yukarıda bahsettiğimiz engelleri aşması şart.

Saffet Bozkurt: Sahada varlığı hissedilen ama yer yer arka planda kalan bir figür. Daha aktif olursa yukarılara oynayabilir.

Tabii bu benim kişisel değerlendirmem. Siyaset bir satranç tahtası gibidir; piyonlar da vezir olabilir, vezirler de kenara çekilebilir. O yüzden bu yazı sadece bir öngörü. Yarın ne olur bilemeyiz ama bugünden not düşelim istedim.

Şu sıralar partide herkes göz ucuyla Ankara’yı, bir kulağıyla Zonguldak’ı dinliyor. Telefonlar sabaha kadar açık, kahvehanelerde hararetli sohbetler… Siyaset, memleketin en güzel sporu olmaya devam ediyor!......Akademik Duruş, Toplumsal Sorumluluk"

Bazı şeyler konuşulmaz, taşınır. Taşınması gereken yere, gerektiği şekilde... Akademiyle içli dışlı olanlar iyi bilir; her mesele ne bir tweetle çözülür ne de bir kahve arası sohbetle. Hele ki içinde bulunduğumuz pozisyon, yaşımız ve sorumluluğumuz göz önüne alındığında, eski usul yöntemlere dönmek ne mümkün...

Ama samimi olalım; içimizde bir ukde kalıyor bazen. "Eski yöntemler" diyorum, hani o doğrudan, net, hesapsız olanlar. Özlü sözlerle değil, öz duruşla halledilen meseleler... Şimdi ise otokontrol çağındayız. Her kelimenin yankısı büyük, her ifadenin etik karşılığı tartılıyor.

Bir süredir akademide yaşanan bazı hadiseler var. Akademisyen dostlarımızı unutmadık. Onlarla ilgili özel bir çalışmamız da var. Şimdilik sessiziz, ama bu sessizlik sükût değil, sabırdır. Konu, usulünce ilgili mercilere taşınıyor.

Ama soruyorum kendi kendime:

“Akademisyen olmak, toplumun üst perdesinden konuşmak mıdır, yoksa kontrolsüz bir sistemde at koşturmak mıdır?”

Her şeyden evvel akademik dünya, sorgulamanın, tartışmanın, düşünce özgürlüğünün mabedi olmalı. Ama görüyoruz ki bazı yerlerde ne düşünceye tahammül var, ne farklı görüşe... Hatta öğrenciyle yaşanan bir gerilimde dahi, haklı haksız demeden akademisyen refleksiyle değil, bazen “grup” refleksiyle hareket ediliyor.

Oysa öğrenci hata yapabilir. Hatta bazen açıkça yanlıştır. Ama akademisyenin görevi, onu daha da germek değil, sakinleştirerek, yön göstererek meseleyi çözmektir. “Dostumu koruyacağım” derken hakaret etmek… Bu hangi duruşa sığar? Bu hangi örneğe ilham olur?

Unutmayalım: Her hakaretin bir bedeli vardır. Her yanlış ifadenin bir yankısı olur. Kimi zaman hukuki, kimi zaman vicdani...

Ben, hala umutluyum. Akademik dünya, kendi iç denetimini yapabilecek kadar güçlüdür. Bu dönem elbet geçer, lakin bıraktığı iz kalıcı olur.