Günün hengâmesi, işin,mücadelenin, kalabalığın içinde görünmeyen bir gerçek var.
Her insanın taşıdığı, kimseye anlatamadığı bir iç hesaplaşma.
Bazı yaralar var... Doktor bilmez,dost bilmez,zaman bile tam saramaz.
Çünkü kelimelerin yetmediği yer, insanın en derin yeridir.
Aşk da bu derinliğin ortasında duruyor. Her yaşta farklı bir sınav olarak karşımıza çıkıyor. Gençken hızla yanıyoruz. Sandığımızdan hızlı büyüyor, sandığımızdan çabuk tükeniyoruz. Yıllar ilerledikçe aşk, daha sessiz,daha derin, daha saklı bir hal alıyor.
Bir bakmışsın,aynı duygunun içinden geçiyorsun ama başka bir insan olmuşsun.
Aşkın bin bir yolu var her yaşta başka türlü yürünüyor.
Bazen geç kalıyorsun bu yola… Bir insana,bir hisse, bir ihtimale…
Bir kere geç kalınca da bir daha hiç kimse için acele etmiyorsun.
Çünkü insan gecikmenin bedelini bir kez öğrendi mi, bir daha hiçbir duyguyu koşarak yaşamıyor.
Psikolojinin anlattığı bir şey var: “Gecikmiş duygu.” İnsan o an tepki veremiyor.
Korkudan,şoktan, gururdan ya da çaresizlikten.
Yıllar sonra bir koku, bir cümle, bir fotoğraf tetikliyor geçmişi.
O an boğaz düğümleniyor. Kelimeler tükeniyor. Oysa dışarıdan bakan biri hiçbir şey anlamıyor.
Çünkü bazı hayatlar kelimelerle açıklanamayacak kadar ağır.
Toplumda da böyle değil mi?
Herkes konuşuyor, herkes yorum yapıyor ama kimse kimsenin içini bilmiyor.
İnsanların hızla yargıladığı çağda, içimize döndüğümüz anlar daha kıymetli hale geliyor.
Belki de en büyük lüks,konuşmadan anlaşılmak.
En büyük teselli ise, gecikmiş olsa da bir duygunun hâlâ içimizde yaşayan tarafını fark etmek.
Hayat çoğu zaman geç kaldıklarımızın toplamı…
Birine...
Kendimize... Hayallerimize…
Yine de bitmiş sayılmıyor hiçbir şey. İnsan, geç kaldığını anladığı anda olgunlaşıyor.
Çünkü bazı dersler zamanında alınmıyor,zamanla anlaşılıyor sadece.
Kelimelerin tükendiği yerde, kalbin kendi dili konuşuyor.
Orada ne süslü cümleye ihtiyaç var, ne de büyük bir lafa…
Orada sadece insanın özü kalıyor.