Kalbimin huzur bulduğu yerdeyim.
Sanki cennetten bir köşkteyim.
Ne acı var artık,ne de gözyaşı…
Ne özlemek var,ne de vuslata beş kala kavuşma telaşı…
Yar yanı başımda, geri kalanı olmasa da olur yanımda!...
Eğer cümlelere böyle başlamış olsaydım, hiçbir okurun gönül teline dokunamazdım. Çünkü kelimeler acının,ayrılığın, özlemin hamurunda yoğrulmadıkça yalnızca kuru birer süsten ibaret kalır. Belki de aşka, ayrılığa ve hüzne dair hiçbir şey yazamazdım.
Aşkı da,ayrılığı da, hüznü de yüreğimizde derinden yaşamak gerek.
Çünkü insan yaşamadığı duyguyu yalnızca hayal edebilir.
Fakat hayal edilenin tadı,yaşanılanın acısı kadar derin değildir. Bir sözün,bir Türkünün yahut bir şiirin ruhu,yazarının yüreğinde kabuk bağlamamış yaradan gelir.
Abdal Neşet Ertaş’ı düşünün mesela… Onu“Bozkırın Tezenesi” yapan yalnızca sazı değil, yüreğinde taşıdığı ayrılıklar,yokluklar, sevdalar ve hüsranlardı.
Eğer o acıları tatmamış olsaydı,o bozlakları,o yanık yanık Sevda Türkülerini yazabilir miydi?
Onun Türkülerinde milyonların kendinden bir parça bulmasının nedeni, yaşanmışlığın içtenliğidir.
Hayat bize her zaman huzurlu sahneler sunmaz. Bazen,yürek yangın yeridir,bazen de özlemin en koyusudur.
Ama işte tam da bu kırık dökük yanlarımızdan süzülür kelimeler.
İşte o kelimeler, başkasının kalbine dokunur, kalıcı bir yer eder.
Belki de bu yüzden, yazmak isteyen her insanın önce yaşaması gerekir. Aşkı da yaşayacak, ayrılığı da tadacak, hüznü de ciğerlerine çekecek…
Ancak ondan sonra sözü,sazı ya da kalemi gerçek bir yürek anlamda gönül diliyle konuşur.
Çünkü kelimeler acının ateşinde pişmezse,okuyanın gönül sofrasında hiçbir tat bırakmaz.