“Görmek için sadece gözlerimi kullansaydım, kaybolurdum karanlık dünyanızda.”

Bir gülle konuşabilseydiniz ona ne söylerdiniz ya da ne sorardınız? Bu, çoğumuzun üzerine hiç düşünmediği bir soru; aynı Diana’nın daha önce hiç düşünmediği gibi. Peki, onu bir gülle konuşmayı istemeye iten şey neydi?

Hikâye çok uzaklarda San Francisco’da başlıyor. Diana zengin, popüler ve günümüz deyişiyle markalaşmış; kendinden, hayallerinden uzaklaşıp benliğine yabancılaşmış bir karakter. Bu hâlini fark etmesi annesini kaybetmesiyle oluyor. Yalnızlığın çöktüğü yaşantısında karanlık günler bir bir etrafını sararken bir yandan da daha önce hiç duymadığı hayatının gerçeğiyle yüzleşiyor. Annesi ona bıraktığı mektupta babasının ölmediğini hatta bir ikizinin olduğunu yazıyor. İkizi Mary yıllar sonra annesine ulaşıyor ve dört mektup gönderiyor. Bu mektuplarda annesinin yanına gelmek istediğini ve güllerle konuştuğunu belirtiyor. Ardından olaylar gelişirken Diana bir anda kendini Mary’nin peşinde, İstanbul’da buluyor. Burada inanmasa da belki bir umut belki başka bir şey ama sonuç olarak aynı ikizi gibi güllerle konuşmaya çalışıyor.

Küçük Prens ve Simyacı’nin izinden giden bir roman Kayıp Gül. Tahmin edeceğiniz üzere arayış romanı peki ama neyi arıyor karakterimiz? Kardeşini mi yoksa bambaşka bir şeyi mi?

''Her zaman senden daha iyi vasıflara sahip başka biri çıkar. Ama senin gibi biri daha yok. Bilirsin, herkesin parmak izi farklıdır. Ben içimizde de bir parmak izi olduğuna inanıyorum."

Diana yolculuğu boyunca hiç bilmediği şeyler öğreniyor. İstanbul’da mümkün olduğuna inanmadığı güllerle konuşma dersine sabahın köründe kalkıp gitmesi gerektiği gibi, bir dakika geç kalırsa dersin erteleneceği gibi, özenle hazırlanarak geldiği derslerde her şeyinden vazgeçeceği gibi ve elbette daha niceleri… Bu derslerde Zeynep Hanım sayesinde güllerden dinlediği eşsiz hikâyeler de var. İçlerinde onu en çok etkileyen bir saksıya gömülmüş iki gülün hikâyesiydi. Aradığını bulmasında o farkında olmasa bile çok yol kat etmesine sebep oluyor.

Bütün bu anlatılanlar iç içe geçmiş, hakikatin üzerine örülmüş, onu gizleyen, saklayan yüz görümlük kurgulardan başka bir şey değil. Bu nedenle kitap sona erdiğinde bir saniye bekliyorsunuz. Ben ne okudum, ne anladım ve hepsinden önemlisi yazar ne anlattı sorularının içinde kayboluyorsunuz. İki kere okunulması gerektiğini söylesem abartmış olmam. İlk olarak her şeye yabancı olarak ardından ise ne aradığını bilen biri olarak.

İkinci okumada beni en çok etkileyen yerlerden biri kokusunu kaybeden gülün hikâyesi oldu. Bu gül, insanlar onun görüntüsünü beğensin diye kokusundan vazgeçiyordu. Siz bir gül olsanız sırf başkaları sizi daha çok beğensin diye kokunuzdan vazgeçer miydiniz? Cevabınızı bilmiyorum ama kim bilir belki de siz bir gülsünüz ve çoktan kokunuzdan vazgeçtiniz.

Nasihatleri olan fakat parmak sallamayan bir eser Kayıp Gül. Tam olarak bu yüzden en sevdiğim kitaplar listesinde yer alıyor. Mesela bir yerinde şöyle diyor;

"Bir dağ hayal et, zirvesindeki manzara çok güzel. Orada olmayı çok istiyorsun ama zirveyi kendinden çok uzakta gördüğün için ümitsizliğe kapılıyorsun. Oraya nasıl olsa varamam deyip vazgeçiyorsun. Oysa zirveye varanların adımları seninkilerden büyük değildi. Ama onlar, o küçük adımları birbiri ardınca atmayı sürdürmüş kimselerdi. İmkânsızı gerçekleştiren mucizeler değil, sürekliliktir. Suya sarp kayaları deldiren de budur. Yirmi birinci yüzyıl insanlarına gülleri duyuranda..."

Gözümüzün önünde olan birçok şeyi aynı bu şekilde satırlarına taşıyor. Bildiğiniz şeyleri hiç bilmediğiniz şekillerde okumak… Bir kitabı etkileyici yapan asıl şey bu.

Sonuç olarak Diana aradığını buluyor ama ardında çok güzel bir soru bırakıyor. Biz aradığımızı bulduk mu? Daha da önemlisi bulduklarımız aradıklarımız mı?

“Bahçeye adım atarken amacın neyse, ancak onu elde edersin. Bahçede ne yaptığımız değil, yaptığımızı ‘ne için’ yaptığımız önemlidir.”

Kübra Akkuş