Bazen kader,insanı sessizliğin en ücra köşesine bırakır.
Ne bir ses gelir,ne bir nefes dokunur yanına.
Bir vakit ellerinle kurduğun hayaller,
şimdi zamana rehin düşmüş hatıralar gibidir.
Tutunmak istersin birine,bir söze,bir duaya…
Ama tutundukça, avuçlarından kayar her şey...
Su gibi,umut gibi, insan gibi...
Sonra bir gün gelir, gözlerinden süzülen yaşı bile kendin silersin.
O an anlarsın ki,kalabalık bir dünyada yapayalnızsın aslında.
Ama yine gariptir ki;
bu kadar kırılmışken bile,hâlâ onun için ağlarsın.
Bir nefes kadar yakın,bir ölüm kadar uzak hissedersin her şeye.
İçinde derin bir suskunluk büyür.
İşte o suskunluğun içinde,sitemle karışık bir dua çıkar dudaklarından.
Rabbi’ne değil,sanki kendine sitem edersin en çok.
Oysa önünde uzanan bir ömür vardır.
Doğumla başlayan, acıyla olgunlaşan, ölümle nihayete eren bir yol…
Ama bazen insan, yaşadıklarından değil, yaşayamadıklarından utanır.
Bir an gelir,yaşamı değil ölümü daha yakın hisseder kendine.
Ama işte o an,ruhun kendi küllerinden yeniden doğmaya başlar.
Çünkü her sitem,bir yakarışın yankısıdır.
Her gözyaşı,ruhun temizlenme biçimidir.
Belki de,bazen insan, en çok yıkıldığında
Rabbine en çok yaklaşandır.
Yorgun kalpler bilsin ki,hiçbir karanlık sonsuza kadar sürmez.
Gecenin en koyu anı, sabahın en yakın vaktidir.
kim bilir,belki de bu kadar acı çekmemizin nedeni,
bir gün gerçekten gülümsemeyi öğrenmemiz içindir.
Yıkıldığın yerde değil, yeniden kalktığın anda yazılır kaderin.