Bazı hastalıklar vardır; ne ateş yapar ne öksürük...
Ama insanın benliğini içten içe kemirir. Koltuk hastalığı da bunlardan biridir. Mevkilerin, makamların geçici olmadığını sananlarda sıkça rastlanır bu sendroma. Özellikle bizim coğrafyada, hatta tüm Türkiye genelinde—Devrek dâhil—son yıllarda yaygın görülen bir siyasi virüsle karşı karşıyayız: Koltuk zehirlenmesi.
Hastalığın üç evresi var. Tıpkı klasik bir senaryo gibi; giriş, gelişme, sonuç...
1. Evre: "Adayım ama tevazu elden bırakmam."
Hastalık ilk olarak koltuk çevresinde dolananlarda baş gösterir. Erken teşhis konursa, kişi bu aşamayı sadece birkaç egosal öksürükle atlatabilir. Ancak bağışıklığı zayıf olanlar bir süre sonra "Ben olmasam bu iş yürümez" halüsinasyonları görmeye başlar.
2. Evre: "Koltuk benim bedenimle bütünleşti."
En riskli evredir. Hasta artık koltukla bir bütün haline gelir. Kalkmak istemez. Koltuk ne kadar batarsa batsın, "rahattır" der. Nöbetler başlar: seçim yaklaştıkça heyecan artar, anket gördükçe kalp çarpar. Bu aşamada hasta, etrafındaki herkesin ona karşı komplo kurduğuna inanır. Sağlığa en zararlı evredir; çünkü gerçeklik algısını bozar.
3. Evre: "O koltuk benimdi, düşmedim, itildim!"
Koltuk elden gidince hasta travma geçirir. Eşekten düşmüşe döner. Kapı kollarını koltuk zanneder, otobüs durağındaki bankı bile makam sanır. Rüyalarında hâlâ kurdele keser, temel atar. Eline geçen her mikrofonu kürsü sanar, içinden konuşmalar yapar.
Koltuk, tarihte ilk defa Mısır'da görülmüş. Ama o zamanlar oturmak için değil, sembol içinmiş. Zaten koltuk hep semboldür: güç, iktidar, kibir, hırs...
On altıncı yüzyıldan bu yana koltuk siyasetle tanıştı tanışalı, nice karakterleri çürüttü. Bir fotoğrafa fazla yaklaşınca nasıl bulanıklaşırsa, bazı siyasetçilere de yaklaştıkça büyü bozuluyor. Uzakken halkın adamı, yaklaştıkça makamın esiri...
Ceketin bile astarı var; ama bazı yüzlerin astarı yok. Maskeler bir bir düşüyor. Ve anlıyoruz ki: Koltuk, ısırgan otundan dikilmiş bir elbisedir. Her tarafını batırır, kaşındırır, can yakar.
İnsan, anne karnına sığarken dünyaya neden sığamadığını, sonra da iki metrelik yere nasıl sığacağını düşünmeli. Çünkü kişiliğini makamdan alanlar, koltuk gittiğinde kişiliksiz kalmaya mahkûmdur. Oturacak değil, kalacak yeri olmalı insanın. Bir kalpte, bir duada...
Şimdi yeni bir moda başladı:
“Dava ederim, mahkemeye veririm!”
Eyvallah, hukuk içinde hakkını aramak en doğal haktır. Ama haksız çıkarsan da bedeline katlanırsın. Mahkemeyi tehdit değil, adalet aracı olarak görmek gerek. Çünkü hukuk kör olabilir ama basın gözlüdür. Basın, maskelerin ardında oynanan tiyatroyu görür. Ve perdeyi açar.
Eğer sen kamusal kimliğini şahsi zevklerin uğruna kullanıyorsan, eğer halkın vergisiyle fantezi âlemleri kuruyorsan, personeline baskı yapıyor, halkı eziyor, etik dışı harcamalarla bütçeyi delik deşik ediyorsan... O zaman kimse sana "artistlik yapma" demez; sadece "Yeşilçam seni bekliyor" der.
Koltuk baki değil. Ömür de değil. Her cümlenin bir noktası vardır. Ve unutma: Ne kadar yüksekte durursan dur, gökyüzüne yaklaştığın kadar yere düşmeye de adaysın.
Kalıcı olan tek şey, nasıl hatırlandığındır.