Son zamanlarda kulislerde dolaşan söylentilere kulak verince, Mesut Özil’in siyasete girmeye hazırlandığını artık fısıltı değil, bir gerçek olarak görmek gerekiyor. Öyle öylesine çıkan dedikodular değil bunlar. Kendi söylemlerinde de var bu niyet. Belli ki gönlünde milletvekilliği yatıyor.

Geçmiş dönemlerde bir sporcu mutlaka listeye eklenirdi. Şimdi yeniden aynı hamle gelir mi? Bölgeye katkısı olur mu? Bu, halkın teveccühüne kalmış. Ama siyasetteki bu yeni isimler arayışı, boşuna değil. İnsanlar artık yorgun. Aynı yüzler, aynı sözler, aynı sonuçlar…
Bir değişim beklentisi var. Ve bu beklenti sandıkta şekillenecek.
Ama gelin görün ki başka bir gerçek daha var…
Siyaset konuşurken bile boğazımıza düğümlenen, içimizi sıkan bir şey: torpil.
Her dönem vardı belki ama hiçbir dönem bu kadar aleni, bu kadar normalleştirilmiş değildi.
Kamu kurumlarına personel alımı denince artık insanlar başvurmaktan çok, "kimler alınacak acaba?" diye soruyor. Çünkü isimler önceden belli. Torpil listeleri, mülakattan önce hazırlanıyor. Sonra da adaletle dalga geçer gibi sınav yapılıyor.
Bu mudur adalet?
Bu mudur liyakat?
Bu mudur gençlerin hayali?
Torpil, sadece birini işe sokmaz.
Torpil, toplumun sinir uçlarını yakar.
Hakkıyla başvuranı susturur, karakterli olanı geride bırakır.
Torpil, hakkı değil; bağlantıyı ödüllendirir.
Ve en kötüsü; bunu herkesin gözü önünde yapar.
Düşünün…
Bir hâkim adayı, sınavı geçtikten sonra sözlüde torpille yukarı çekiliyor. Sonra yıllar geçiyor ve o hâkimin önüne, zamanında kendisine torpil yapan birinin dosyası düşüyor. O an adaleti mi dinleyecek, yoksa minnet borcunu mu?
Bu sorunun cevabını herkes biliyor ama söylemeye cesaret edemiyor.
Torpil denen bu illet, sadece kişileri değil, toplumu da bozar.
Çalışanı küstürür.
Mücadele edenin umudunu kırar.
Adalet duygusunu eritir.
Kurumlarda içten içe bir sessizlik oluşur ama o sessizlik, birikmiş öfkenin habercisidir.
Zaman zaman düşünüyorum…
Bazen bir insan bir konunun bu kadar içinde olur da, bu kadar da meraklı olur mu? Oluyormuş demek ki.
Mesela sayın vekilimiz Ahmet Çolakoğlu.
Bölgemizin adeta “toprak mimarı.”
Boş arazi bırakmayan bir siyasetçinin tarihe geçişi böyle olur herhalde.
Bakın, Çaycuma’da Sayın Bülent Kantarcı ile öyle bir uyum yakaladılar ki, sormayın.
Şükürler olsun, orada da artık neredeyse bir çayır çimen kalmadı.
Toprak güzel yatırım…
Ama nasıl bir yatırım, kim için yatırım, bu sorular bir süre sonra sadece dilsiz vicdanların içinde yankı bulacak.
Genellikle aynı kişilerin aldığı arsalar var.
Aynı eller, aynı niyetler, aynı yöntemler.
Ama gelin görün ki işler “yasal” zeminlerde yürüyor.
İşte burada hikmet var mı, yok mu, kamu vicdanı bunu bilir.
Benim yalnızca gözlemim şu: Ahmet Bey tapu ve kadastro işlerine pek meraklı.
Ve samimiyetle söylüyorum, vekillik dönemi sona erdiğinde kendisini büyük bir müteahhit olarak göreceğimize hiç şüphem yok.
Belki de biz yanlış yerden bakıyoruz…
Kim bilir?
Bölgede bir karış arsa kalmaması, yıllar sonra bile “Bunu Ahmet Bey başardı!” diye yazılacak mı acaba?
Evet, bir başarıysa bu, elbette adı onunla anılmalı.
Ama bir gün bu hikâyeye başka bir gözle bakanlar da olacak.
Onlar da şunu soracak:
“Bu arsalar, gerçekten bölgenin kalkınması için mi gitti, yoksa bir düzenin parçası mıydı?”
İşte ben bu noktada duruyorum.
Çünkü başka bir merak daha var içimde.
Ahmet Çolakoğlu ile Bülent Kantarcı'yı aynı motivasyonda buluşturan şey nedir?
İdealler mi?
Yeşil alan sevgisi mi?
Yoksa başka bir şey mi?
Toprağa olan bu büyük sevgi, doğaya olan bu “modern dokunuş” arzusu…
İnsanı düşündürüyor.
Yeşil olan ne varsa yok eden bir yaklaşımın içinde “yeşili seviyoruz” demek, biraz tuhaf durmuyor mu?
Bakın, kimseye iftira atmıyoruz.
Sadece gözlem yapıyoruz.
Ama şunu da hatırlatmak lazım:
Bir gün her lale devri biter.
Ve o gün geldiğinde, geriye sadece “neyle anıldığın” kalır.
Sayın vekilim,
Bir gün tarih sayfasına geçtiğinizde, bu bölge halkı sizi sadece yaptığı yollarla, köprülerle değil…
Aldığı arsalarla, bıraktığı toprak izleriyle, yok olan yeşilliklerle de anacak.
O yüzden şimdiden bir duygunuzu aldırın derim: “Doyumsuzluk.”
Çünkü doyumsuz olan insan, bir noktadan sonra hem kendini hem çevresini tüketir.
Ve ne yazık ki geriye “iyi ki vardı” denilen değil, “keşke farklı olsaydı” denilen bir isim kalır.
Unutmayın…
Toprak da bir gün dile gelir.
Sadece o gün çok geç olmadan…