Zamanın adı ilerleme ama ruhumuz geri gidiyor sanki. Yollar genişledi, evler büyüdü ama içimiz daraldı.
Köyden şehre, gönülden akla, samimiyetten şekle göç ettik.
Ve farkında olmadan kendimizden uzaklaştık.
Bugünün gençliği, belki tarihin en şanslı gençliği; her şeye ulaşabiliyorlar.
Ama en büyük eksikleri de bir o kadar derin: Anlam!
Telefonlar var ama sohbet yok.
Binlerce takipçi var ama gerçek dost yok.
Kıyafetler modern, müzikler gürültülü ama iç dünyaları sessiz.
Birçok genç, hayatı "görünmek" üzerine kurmuş, "olmak" için çaba harcamıyor.
Ve ne yazık ki, çıplaklık çağdaşlık sanılıyor.
Oysa çağdaşlık; kendini açmak değil, kendini tanımaktır.
Giyinmek değil mesele, bir duruş sahibi olmaktır.
Fakirlik deyince akla sadece parasızlık gelir ama aslında en fenası “gönül fakirliği.”
İnsan, cebindekiyle değil, yüreğindekiyle yaşar.
Eskiden sofralar dardı ama bereket boldur.
Şimdi her şey var ama huzur yok.
Kimi zaman öyle fakirler gördüm ki, yüreği servet gibiydi.
Kimi zaman da öyle zenginler tanıdım ki, gözleri dertle doluydu.
Hadi sorsam sana: “Yaşanacak bir şehir tarif et!”
Belki temiz sokaklar, güvenli parklar, düzenli ulaşım dersin.
Ama bana göre yaşanacak şehir; insanların birbirine selam verdiği, sabahları kapı önüne konan bir ekmeğin hâlâ çalınmadığı, çocukların sokakta güvenle oynadığı şehirdir.
Yaşanacak şehir, insanı yaşatan yerdir.
Çağdaşlık ne zaman kalitesizliğe eşitlendi?
Ne zaman ucuzluk "özgürlük" oldu?
Bir insan ne giydiğiyle, ne sürdüğüyle değil; ne söylediğiyle, neye inandığıyla çağdaştır.
Gerçek çağdaşlık; kendi değerleriyle barışık, başkalarına da saygı duyan duruştur.
Bazen düşünüyorum da, biz şehirleştikçe küçüldük.
Eskiden köyde bir çocuk ağlasa, bütün mahalle duyardı.
Şimdi apartmanda bir can sıkıntısından intihar etse, ertesi gün öğreniyoruz.
Köyde toprağa basardık, şimdi betonda yürüyoruz.
Köyde yıldızları seyrederdik, şimdi ekranlara kilitlendik.
Köy özlemi, aslında kendimize özlem.
Toprağa, samimiyete, sadeliğe, paylaşmaya hasretiz.
Yaşam kalitemiz neye göre ölçülür oldu?
Sahip olduklarımıza mı, yoksa yaşadıklarımıza mı?
Güzel giyinmek yetiyor mu mutlu olmaya?
Pahalı telefonlar, lüks daireler…
Bir gülümsemeyi, bir dost sesi kadar ısıtabiliyor mu içimizi?
Dürüst olalım…
Kendi değerlerinden utanarak yaşayan bir toplum, ne kadar çağdaş olabilir?
Kendi özünü reddedip başkalarına özenen biri, ne kadar özgürdür?
Zengin sofralarda yalnız yiyen mi mutludur, yoksa kuru ekmeği dostuyla bölüşen mi?
Belki biraz yavaşlamak gerek.
Biraz durmak.
Kendimize dönmek.
Kalabalıkların ortasında yalnız kalmaktansa, bir köyde birkaç samimi insanla gülmek daha kıymetli olabilir.
Dostlar, bu yazıyı okuduktan sonra bir düşünün:
Ne olduk?
Neyi kaybettik?
Ve asıl soru şu:
Daha ne kadar kendimizden uzak kalacağız?